(ARAŞTIRMA YAZISI)
Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te İsviçre’de küçük bir köy olan Kessewill’de doğdu. İyi bir eğitime sahip geniş bir aile ile çevriliydi, aralarında bir kaç rahip ve aykırı sayılabilecek kişiler de vardı.6 yaşında Latince öğrenmeye başlayan Jung’un dil bilime ve edebiyata, özellikle antik edebiyata derin bir ilgisi vardı. Jung, pek çok modern Avrupa dilinin yanı sıra Eski Hint kutsal kitaplarının dili olan Sanskritçe de dahil bir çok eski dilde yazılan yazıları okuyabiliyordu.
İlk kariyer
seçimi arkeoloji olmasına rağmen, Basel Üniversitesinde Tıp okuyan Jung, ünlü
nörolog Krafft-Ebing’le çalışırken kariyerine psikyatride devam etmeye karar
verdi.
Mezuniyetinin ardından Zürih’teki Burghoeltzli Akıl Hastanesinde görev alan Jung, burada şizofreni uzmanı (ve şizofreninin isim babası) Eugene Bleuler ile birlikte çalıştı. Bir Freud hayranı olan Jung, onunla 1907’de Viyana’da tanıştı. Anlatılanlara göre, tanıştıktan sonra Freud o gün için tüm randevularını iptal etmiş ve birlikte 13 saat boyunca duramadan konuşmuşlar. Freud sonunda Jung’u psikoanalizin prensi ve kendi mirasçısı olarak görmeye başlamıştı.Fakat Jung hiçbir zaman için Freud teorisini tamamen benimsemedi. Aralarındaki ilişki 1909’da Amerikaya yaptıkları bir gezi sırasında soğuklaşmaya başladı.
Birinci
Dünya Savaşı Jung için oldukça acı veren
bir kişilik testi dönemi olmuştur. Bu aynı zamanda, dünyanın şimdiye kadar
gördüğü kişiliğe dair en ilginç teorilerden birinin de başlangıcını oluşturur.
Savaştan
sonra Jung bir çok yer gezdi; Afrikadaki, Amerikadaki ve Hindistandaki
kavimleri inceledi. 1946’da emekli oldu ve 1955’de eşinin ölümünden sonra
gözlerden uzak yaşadı. 6 Haziran 1961’de Zürih’te öldü.
Jung’un Sistemi: Analitik Psikoloji
Jung’un analitik
psikoloji (analytical psychology) ile ve Freud’un psikanalizi arasındaki temel
görüş ayrılığı libidonun niteliği ile ilgilidir. Freud libidoyu cinsel
ağırlıklı bir kavram olarak tanımlarken, Jung libidoyu genelleştirilmiş bir
hayat enerjisi olarak ele almıştır. Jung için libidinal hayat enerjisi
kendisini gelişme ve üremede olduğu kadar, belirli bir zamanda birey için neyin
en önemli olduğuna bağlı olan diğer tür faaliyetlerde de gösterir.
Jung’un
temel hayat enerjisini sadece cinsel nitelikte ele almayı reddetmesi, onu
Freud’un yalnızca cinsel terimlerle tanımlayabildiği insan davranışıyla ilgili
farklı yorumlar yapma konusunda özgür bırakmıştır. Örneğin hayatın ilk üç
yılından beş yılına dek olan süre için (Jung bu evreyi cinsellik öncesi
-presexual- olarak adlandırmıştır) Jungcu görüş libidinal enerjinin beslenme ve
gelişme işlevlerine hizmet ettiğini ileri sürer, Freudcu görüşteki gibi hayatın
ilk yıllarındaki cinsel belirtilere değil.
Jung,Freud’un
Ödipal kompleks sürecini reddetmiş ve çocuğun bu dönemde annesine olan
düşkünlüğünü bir ihtiyaç bağlılığı, annenin yiyecek sağlayıcı işlevine bağlı
bir doyum ve rekabet acısından açıklamıştır. Çocuğun cinsel işlevselliği
gelişip olgunlaşırken, beslenmeye ilişkin işlevler cinsel duygularla örtüşür.
Jung’a göre libidinal enerji sadece ergenlikten sonra heteroseksüel (karşı
cinse ilgi duyan) bir şekle bürünür. Jung cinsellikle ilgili faktörleri
bütünüyle inkar etmemiştir, fakat cinselliğin rolünü, libidoyu oluşturan birkaç
dürtüden biri olmaya indirgemiştir.
Kuşkusuz
Jung’un yaşam deneyimleri, teorisini etkilemiştir. Jung’un bilinçaltı
dünyasından nasıl etkilendiğini, hatta bilinçaltı olaylarının onun mesleki
ilgilerini önceden haber verir nitelikte olduğunu belirtmiştik. Cinselliğe
ilişkin otobiyografik kanıtlan oldukça güçlüdür.
Jung teorisinde Ödipal
komplekse yer vermemişti. Çünkü bu kavram onun çocukluğuyla tamamen ilgisizdi.
Jung kendi annesini şişman ve çekici olmayan bir kadın olarak tarif etmişti ve Freud’un
her küçük erkek çocuğun annesine karşı cinsel arzu duyduğu düşüncesi üzerinde
neden bu kadar ısrarla durduğunu hiç anlayamamıştı.
Jung,Freud
gibi cinsellik hakkında yetişkin endişeleri, yasaklan veya anksiyeteleri
geliştirmemişti. Freud’un yaptığı gibi cinsel yaşantısını sınırlandırma yoluna
da gitmemişti. Jung’un kadın hastalarıyla ve takipçileriyle, bazıları yıllar
süren cinsellik de içeren beraberlikleri olmuştu. “Cinsel ihtiyaçlarını özgürce
ve sıklıkla tatmin eden Jung’a göre cinsellik insan motivasyonunda an cak çok
küçük bir role sahipti. Baskı altına alıp engellediği arzulan hakkında oldukça
huzursuz ve tedirgin olan Freud’a göre ise cinselliğin rolü tam merkezdeydi”.
Jung ve
Freud arasındaki ikinci temel farklılık insanın kişiliğini etkileyen güçlerin
yönüyle ilgilidir. Freud insanları çocukluk yaşantılarının bir kurbanı olarak
görürken, Jung bizlerin geçmişimiz kadar, geleceğe yönelik hedeflerimiz,
ümitlerimiz ve tutkularımız tarafından şekillendirildiğimize inanmıştır.
Davranışlarımız tümüyle çocukluk deneyimlerimiz tarafından belirlenmez, hayatın
sonraki yıllarında değişime tabi olur.
Jung ve
Freud arasındaki üçüncü fark Jung’un bilinçaltına neredeyse daha fazla vurgu
yapmasıdır. Jung bilinçaltını çok daha yoğun bir şekilde araştırmaya çalışmış
ve ona yeni bir boyut eklemiştir: bir tür olarak insanların ve onların hayvan
atalarının kalıtsal deneyimleri (“kollektif bilinçaltı”- collective
unconscious).
Kolektif Bilinçaltı
Kendimizi
bildiğimizden beri dinlediğimiz hikâyeler, düşlerimiz ve inançlarımız, hayal
dünyamızın imgeleri, korkularımız ve endişelerimiz zihnimizin derinliklerinde
bir yerde birikir. Tüm bu birikimimiz, “ortak bilinçaltımızı“ oluşturur (Jung).
Jung psike
(psyche) terimini üç seviyeden oluştuğu söylenen zihinle ilgili olarak
kullanmıştır: bilinç, kişisel bilinçaltı ve kolektif bilinçaltı. Bilincin
merkezinde, genellikle bizim kendimizi kavrayışımıza benzeyen, ego vardır.
Bilinç (consciousness) , algılan ve anılan kapsar ve bizim çevremize adapte
olabilmemizi mümkün kılan gerçeklikle bağlantı kurmanın bir yoludur.
Jung,bilince
çok fazla dikkat çekildiğine inanmaktadır. Oysa kendisi bilinçaltının
(unconscious) yanında bilincin ancak ikincil derecede bir öneme sahip olduğunu
bildirmektedir. Psikenin bilinçli yanı bir adanın görülebilen parçasına benzer.
Bilinmeyen daha büyük bir parça, suyun üstünde kalıp görülebilen küçük parçanın
altında bulunmaktadır ve Jung bu gizemli, saklanmış taban üzerinde
yoğunlaşmıştır.
Jung,iki
bilinçaltı seviyesinden söz eder. Bunlardan birisi bilincin hemen altında
bulunan ve bireye ait olan kişisel bilinçaltıdır (personalunconscious). Kişisel
bilinçaltı anılardan, dürtülerden, arzulardan, silik algılardan ve bireyin
hayatındaki bastırılmış veya unutulmuş diğer sayısız deneyimlerden oluşur.
Kişisel bilinçaltındaki olaylar kolaylıkla bilince geri getirilebilir, bu durum
bu bilinçaltı seviyesinin çok derin olmadığını gösterir.
Kişisel
bilinçaltındaki deneyimler gruplaşarak kompleksleri (complexes) oluştururlar.
Kompleksler, zihnin güç veya aşağılık hissi gibi düşüncelerle meşgul olmasıyla
tanımlanan ortak ana konularla, duygu, anı ve isteklerin kalıplarıdır. Örneğin
bir kişi güç ile kafasını meşgul edebilir ve bu düşünce onun davranışlarını
etkiler. Bir kompleks aslında, bütün kişiliğin içerisinde şekillenen daha ufak
bir kişiliktir.
Kişisel
bilinçaltının altında psikenin üçüncü ve en derin seviyesi olan kolektif
bilinçaltı (collective unconscious) birey tarafından bilinmeyen, hayvan
atalarımız da dahil olmak üzere daha önceki tüm nesillerin birikimli deneyimlerini
kapsar. Kolektif bilinçaltı genel evrimsel deneyimlerden oluşur ve kişiliğin
temelini şekillendirir. Şimdiki davranışlarımızın hepsini yönlendirir ve bu
nedenle kişilikteki en etkili güçtür. Kolektif bilinçaltı bu evrimsel
deneyimlerin bilinçsiz olduğunu tekrarlamaya uygundur. Onları hatırlamayız veya
kişisel bilinçaltında bulunan deneyimler gibi hayal ederiz. Onların farkında
olmadığımız bir gerçektir. Jung kolektif bilinçaltının ortak oluşunun, tüm
insan ırklarının beyin yapısında açık bir benzerliğin olması sayesinde, evrim
teorisi ile açıklanabileceğine inanmıştı.
Ada
analojimiz açısından bakıldığında, suyun yüzeyinde yükselen birçok küçük ada,
bir çok insanın bilinçli bireysel farkındalığını temsil eder. Gelgit
akıntılarına maruz kalan suyun altındaki topraklar, her bir bireyin kişisel
bilinçaltını temsil eder. Tüm adaların üzerinde oturduğu okyanus zemini ise
kolektif bilinçaltıdır.
Arketipler
Jung,kolektif
bilinçteki etkili güçleri vurgulamıştır. Bunun sebebi bu güçlerin ruhsal
gelişime en fazla katkıda bulunuyor olmasıdır. Jung kolektif bilinçteki
kalıtsal eğilimleri arketipler (archetypes) olarak adlandırmıştır. Arketipler
bir kişiyi, benzer durumlarla karşılaşan ataları ile benzer şekilde
davranmasına hazırlayan zihinsel deneyimlerin daha önceden var olan
belirleyicileridir.
Arketipler
duygular ve diğer zihinsel olaylar gibi yaşanır ve tipik olarak doğum ve ölüm
gibi önemli insan yaşantılarıyla, ergenlik gibi hayatın belirli evreleriyle ve
çok büyük tehlikelere verilen tepkiyle birleşir. Jung’un çeşitli uygarlıkların
sanatsal ve mistik ürünlerine yönelik yoğun araştırmaları, bu uygarlıkların
hepsi için, hatta doğrudan etkinin mümkün olmadığı zaman ve mekan olarak geniş
bir alana yayılmış kültürler de için dahi, ortak sembollerin keşfedilmesiyle
sonuçlanmıştır. Jung hastalarının rüyalarında bu aynı sembollerin açık izleri
olduğunu düşündüğü noktalar bulmuştur.
Jung’un
tanımladığı pek çok arketipten dördü diğerlerinden daha fazla ortaya çıkmıştır.
Bu arketipler yüksek düzeyli duygusal anlamlarla doludur ve değişik köklerin
çok eski efsaneleri üzerlerinde izlenebilir. Jung’un ayrı bir kişilik sistemi
olarak gördüğü bu temel arketipler;persona, anima ve animus, gölge ve ben’dir.
Persona,
(veya kişiliğin en dıştaki tarafı) gerçek kişiliği saklar. Persona,başkalarıyla
ilişkiye geçtiğimizde giydiğimiz bir maskedir ve bizi topluma görünmek
istediğimiz şekilde sunar. Bu nedenle persona bizim gerçek kişiliğimize karşılık
gelmeyebilir. Persona kavramı sosyolojik bir kavram olan ve bir insanın
başkalarının beklentilerine uygun davranması demek olan ‘rol oynamaya’ benzer
şekilde ortaya çıkar.
Anima ve
animus arketipleri, her bir cinsin hem erkeksi hem de kadınsı eğilimler gösterdiği
görüşünü yansıtır. Anima erkeklerdeki dişilik özellikleriyle ilgilidir; animus
kadınlardaki erkeklik özelliklerini gösterir. Tıpkı ötekiler gibi bu arketipler
de, türlerin ilkel geçmişlerinden (kadınların ve erkeklerin diğer cinsteki bazı
duygusal ve davranışsal eğilimleri taşımasından) kaynaklanırlar.
Gölge
(shadow) arketip’i (karanlık kişiliğimiz) kişiliğimizin hayvana benzeyen
yanıdır, hayatın daha alt şekillerinden bize kalan ırksal mirastır. Gölge tüm
ahlaksızlıkları, ihtirasları ve tüm nahoş arzu ve faaliyetleri içerir. Jung
gölgenin bizi çoğunlukla yapmamıza izin vermeyeceğimiz şeyleri yapmaya
zorladığını yazmıştır. Bu tür davranışlarda bulunurken bir şeylerin üzerimize
geldiği konusunda ısrar ederiz. Jung bu “bir şeylerin” yaratılışımızın ilkel
tarafı olduğunu iddia etmiştir. Bununla birlikte gölgenin olumlu bir tarafı da
vardır Gölge en yüksek düzeyde insani gelişim için gerekli olan spontanlığın,
yaratıcılığın, içgörünün ve yoğun coşkuların kaynağıdır.
Jung,ben’i
(self) sistemindeki en önemli arketip olarak ele almıştır. Bilinçaltının tüm
yönlerini dengeleyen ben, kişiliğin tüm yapısına birlik ve istikrar kazandırır.
Kişinin tümünü temsil eden ben tam bir bütünleşmeye ulaşmaya çabalar. Jung,ben’i kendini gerçekleştirmeye veya kendini kavramaya yönelik bir dürtüye veya
ihtiyaca benzetmiştir.
Jung kendini gerçekleştirme (self-aclualization) ile
kişiliğin tüm yönlerinin bir ahenk ve bütünlük veya olgunluk içinde olmasını
kastetmiştir. Jung bu halin orta yaşa dek (35-40 yaş arası) ortaya çıkamayacağına
inanmıştı. (Orta yaş Jung’un kendi nörotik krizini çözümlemesinden sonra böyle
bir bütünleşmeye ulaştığını düşündüğü bir zamandır.) Jung hepimizin ulaşmaya
çalıştığı tam bir birlik ve bütünlüğün çeşitli kültürlerde defalarca
rastlanılan bir sembol olan bütünleşme çemberi (mandala) veya sihirli halka ile
temsil edilebileceğini söylemişti.
Diğer
arketipler
Jung,
arketiplerin basitçe listeleyip ezberleyebileceğimiz belli gruplara
ayrılmadığını ve sabit bir sayılarının olmadığını söylemiştir. Bunlar içiçedir
ve gerektiğinde birbirleri içinde kolaylıkla eriyebilirler ve mantıkları
geleneksel türde değildir. Yine de Jung diğer belirgin arketiplere şu örnekleri
vermiştir:
Annenin
yanında başka aile arketipleri de vardır. Baba, genellikle bir rehber ya da bir
otorite figürü olarak sembolize edilir. Ayrıca, aile arketipi de vardır. Bu,
kan bağını ve bilinçli nedenlerden daha derinlere inen bağları temsil
etmektedir.
Ve çocuk;
mitoloji ve sanatta çocuklarla, özellikle bebekler ve diğer küçük yaratıklarla
temsil edilmiştir. Çocuk, geleceği, oluşu, yeniden doğuşu ve kurtuluşu
sembolize eder. Batılılar kış dönümündeki Noelde İsanın doğuşunu kutlarken, bu
dönem, güneşin kendilerine yeniden dönüşünü kutlayan kuzeydeki ilkel kültürler
için de geleceği ve yeniden doğuşu temsil eder. Çocuk arketipi çoğu zaman diğer
arketiplerle karışarak çocuk-tanrıya ya da çocuk-kahramana dönüşür.
Çoğu arketip
öykü karakteridir. Kahraman bunların başlıcalarındandır. O mana –güç kişiliğidir ve kötü ejderhaları yenen
kişidir. O, temelde –bizim öykünün kahramanı olarak sembolleştirdiğimiz- egoyu
simgeler ve zamanının çoğunda ejederhalar ve canavarlar kılığına bürünen
gölgelerle savaşır. Ne yazık ki kahraman, bir pozisyon olarak seçilebilmek için
fazlaca saftır. Sonuçta o, kollektif bilince giden yollara dikkat vermez.
Kahraman,
sık sık bakireyi kurtarmak için yola çıkar. O, saflığı, masumiyeti ve
tecrübesizliği temsil etmektedir. Kahramana yolunda yaşlı, bilge adam rehberlik
eder. O animusun bir biçimidir ve kahramana kollektif bilincin doğasını
gösterir. Karanlık baba arketipi ise gölgeyi, gücün karanlık yüzünün hakimini
simgeler. Ayrıca bir hayvan arketipi de vardır; insanlığın hayvan dünyasıyla
ilişkilerini temsil etmektedir. Kahramanın sadık atı buna bir örnek olabilir,
yılanlar da çoğu zaman hayvan arketipinin sembolü olmuşlardır ve oldukça zeki
oldukları düşünülür. Sonuçta hayvanlar doğalarına bizden çok daha yakınlardır.
Hakkında
konuşulması daha güç bazı arketipler de vardır. İlk adam bunlardan biridir ve
batı dininde Adem’le sembolize edilir. Bir diğeri Tanrı arketipidir; evreni
anlamaya, olanlara bir anlam vermeye, herşeyi bir amacı ve bir yönü varmış gibi
görmeye olan ihtiyacımızı gösterir.
Hermafrodit,
hem dişi hem erkek, karşıtlıkların birleşimini temsil eder. Tüm arketiplerin en
önemlisi ise benliktir. Benlik kişiliğin nihayi birliğidir ve çember, haç ve
Jung’un da pek çok kez resimlediği mandala figürleriyle sembollenmiştir.
Mandala, meditasyonda, dikkati merkezde yoğunlaştırmak için kullanılan bir
çizimdir; bu bir geometrik figür gibi olabileceği gibi renkli camdan bir
pencere de olabilir. Benliği en iyi temsil eden kişiliklendirmeler mükemmelliğe
ulaştıklarına inanılan İsa ve Buda gibi figürler olmasına rağmen,Jung,mükemmelliğe gerçek anlamda ancak ölüm anında ulaşılabileceğini düşünmektedir.
KAYNAKÇA
Jung,C.G. -
Anılar, Düşler, Düşünceler,çev.Ilris Kantemir,Can Yayınları,2001
Jung,C.G. -
Dört arketip,Metris Yayıncılık,2003
Jung,C.G. -
İnsan Ruhuna Yöneliş,çev.Engin Büyükinal,Say Yayınları,2011
Jacobi, J.
(2002), C. G. Jung Psikolojisi, Mehmet Arap (çev.), İstanbul: İlhan Yayınevi
Jung, C. G.
(2007), İnsan ve Sembolleri, Ali Nihat Babaoğlu (çev.), İstanbul: Okuyanus
Yayınevi
SCHULTZ,
Duane P.& SCHULTZ, Sydney Ellen
(2002),Modern Psikolojinin Tarihi
Yang, Lihui
ve Deming An.,Çin Mitolojisinin El Kitabı,Oxford Üniversitesi Yayınları
Yrd. Doç.
Dr. Emet GÜREL (Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi-Halkla İlişkiler ve Tanıtım
Bölümü),Araş. Gör. Canan MUTER (Celal Bayar Üniversitesi Uygulamalı Bilimler
Yüksekokulu) “Psikomitolojik Terimler: Psikoloji Literatüründe Mitolojinin
Kullanılması”
Yorumlar
Yorum Gönder